Hiç bir şey ölmez...
Oturdum bilgisayarın başına... Yorucu bir haftaydı geçen hafta. Özellikle duygusal açıdan. Biraz yazayım, kendime gelirim dedim. O sırada David Bowie'nin öldüğünü öğrendim... Bir kayıp daha... Gençliğimden ve hatta çocukluğumdan ne varsa anıların içine gömülüyor.
Geçen hafta Birsen ablayı kaybettikten sonra, düşündüm de, Ataköy 9.Kısım da çocukluğuma ait ne varsa bir bir gitti...
Dedem önce... Sonra babaannem... Anneannem ve en son Birsen abla. Odamın penceresinden baktığımda hemen hepsinin evini görebiliyordum. Birsen ablanınki biraz arkada kalıyordu ama ona doğru giden cadde tam da benim odamın baktığı taraftaki otopark çıkışından düz devam ediyordu. O caddenin sağında babaannem, solunda dedemler, en sonunda da Birsen ablanın evi vardı... Anılar işte... Ben ölümün bir son olduğuna inananlardan değilim. Velhasıl özlem bir burukluk yaratıyor işte yüreğinde insanın.
Sonra bir an için David Bowie'in ölümüne dair bir şeyler karalayayım dedim. Under Pressure'dan gireyim, Queen'den çıkayım derken bir saniyeliğine insanların yapacakları yorumlar geldi gözümün önüne;
* Elin gavuru için bu kadar üzülenler şehitlerimize de üzülse keşke * Bowie'ye üzülüyorsun da, Neşet Ertaş'a da bu kadar üzüldün mü?? * Dis iz şov bizinız dostum, biri gider, öbürü gelir, üzme kendini vs...
Sonra Beyaz için yapılan yorumlar gözümün önünden geçti. Sosyal medya bir silah aslında ve onu kullanmayı bilmeyenlerin elinde öldürücü bir hal alabiliyor. Yazık...
Sonra şehit haberleri ve Birsen ablanın cenazesi ile aynı anda kalkan gencecik bir şehit cenazesi. Askerler, komutanlar, polisler, politikacılar... Ve elbette şehdin ailesi. Hepsi gariban, hepsi biçare, hepsi bitkin ama kaderine boyun eğmiş...
Adamın teki geldi, "ben bilmemkim, bilmemnere milletvekiliyim, başınız sağolsun" diyip elimizi sıktı. Ardından şehdin tabutunun başına gidip nöbet tutmaya başladı. Bütün kameralar anında fotoğraf çekmeye, görüntü almaya başladı. 1 dk kadar bu şov devam etti ve arkadaş gidip protokolün yanında yerini aldı.
Biz orada, şehidin ailesi de yanıbaşımızda, acımızla başbaşa kaldık.
Ölüm en büyük nasihatmiş. Bu nasihati görmezden gelen ne çok insan var diye düşünüyorum bu aralar.
Cenazede şov yapanlar, Beyaz'a giydirenler, Alevileri, kadınları, Kürtleri, gavuru küçümseyenler... Gencecik çocuklar ölürken (askeri, sivili fark etmez), bu ölümlerden nemalananlar (politikacısı, halkı fark etmez), önüne geleni düşünceleri için yargılayanlar, asıp kesenler, ayar verenler... Eline geçen her canlıya fiziki ya da mental acı çektirenler...
Yaşadığımız çağ muhteşem olanaklar sunarken bize, aslında akıl almaz bir sınavdan geçiriyor seni, beni, hepimizi...
Kimimiz hasta yatağından doğruluyor son bir gayretle, oğlunun elinden tutarken, "doktor, uzatmayalım artık bu işi" diyebilecek kadar cesur duruyor, kimimiz al bayrağa sarılı bir şehit tabutu başında poz verecek kadar küçülüyor...
Biri kalkıp "adam gibi adam" demiş diye "adamlık" tarifi yapanlar, hastanedeki o kadın kadar "adam" olamıyor.
Bir cümle zihnimde yankılanıp duruyor sabah sabah ve bu cümle tek tesellim oluyor...
Hiç bir şey ölmez her şey yaşar...
Hiç bir şey ölmez Her şey yaşar............
コメント